Ulu Önder Atatürk'ün Vefatı. (10 Kasım 1938) Vefatının Resmi tebliği ve raporu.

03.07.2011 02:34
Ulu Önder Atatürk'ün Vefatı. (10.11.1938)
Ulu Önder Atatürk'ün Vefatı. (10.11.1938)
 
Ulu Önder Atatürk'ün Vefatı. (10 Kasım 1938) Vefatının Resmi tebliği ve raporu.

                                                                                 

I

ULU ÖNDER ATATÜRK'ÜN VEFATI

İlk rapor: 17 Ekim 1938

Reisicumhur Atatürk'ün duçar oldukları karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 Birinciteşrin (Ekim) 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir:

- Saat 14.30'dan, 22.00'ye kadar gittikçe artarak devam eden umumi zaaf ile birlikte hazmi ve asabi araz. Bu saate kadar nabız dakikada 116, teneffüs 22 ve hararet derecesi 36.5 idi.

- Saat 22.00'den bu sabah saat 10.00'a kadar yukarıda ismi geçen araz kıs­men hafiflemiş ve nabız dakikada 104, teneffüs 20, hararet derecesi 37 olmuştur.

- Yapılan muayene ve müşavere neticesinde tespit ve tatbik edilen mudavat­tan sonra umumi ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.

Müdavi doktorlar:

Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp,

Prof. Mim Kemal Öke,

Dr. Nihat Reşat Belger.

Müşavir doktorlar:

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden,

Prof. Dr. Hayrullah Diker,

Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter,

Dr. Abrevaya Marmaralı,

Dr. Mehmet Kamil Berk.

17 Ekim 1938 saat: 20.00

Bugün, dün akşamkine nispetle daha iyi geçmiştir. Asabi arazlarda bir deği­şiklik yoktur, nabız muntazam 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37'dir.

18 Ekim 1938 saat: 10.00

Atatürk'ün umumi vaziyetinde büyük bir değişiklik yoktur; geceyi daha iyi geçirdiler. Nabız 90-100 arasında, teneffüs 18, hararet derecesi 36.4'tür.

18 Ekim 1938 saat: 20.00

Reisicumhur Atatürk'ün rahatsızlığı aynı halde devam etmektedir. Nabız 120, teneffüs 18 ve hararet derecesi 38'dir.

19 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlarda hafif, fakat aşikar bir iyilik vardır. Umumi hal daha iyi; nabız muntazam 108, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9'dur.

20 Ekim 1938 saat: 10.00

Geceyi çok rahat geçirdiler. Asabi arazlar zail olmak derecesinde azalmıştır. Umumi hal daha iyi, nabız muntazam 102, teneffüs 20, hararet derecesi 36.8'dir.

20 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlar tamamen geçmiştir; umumi salah artmaktadır. Nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 37.1 'dir.

Raporlardan da anlaşılacağı üzere, tatbik edilen tedavi ile beraber Büyük Adam'ın müstesna enerjisinin de neticesi olarak iki gün sonra mevcut araz yavaş yavaş hafiflemeye ve umumi vaziyetinde zayıf da olsa bazı salah emareleri görülmeye başlamıştı.

Nihayet ayın 21'inci günü sabahın erken saatlerinde Ali Kılıç ile beraber, yatağının başucunda oturuyorduk. O, yine fakat bu sefer daha seyrek aynı sözleri tekrar ediyordu. Ali Kılıç ile aramızda küçük ve sedef kakmalı bir sigara masası vardı; bir aralık ben buna dayandım, masa gıcırdadı; hayret! Atatürk birdenbire susmuştu. Demek ki kendisinde artık etrafındaki gürültüleri fark edecek kadar bir uyanıklık belirmişti. Derhal nöbetteki doktorlara haber gönderdik; nefes nefese geldiler, hadiseyi kendilerine anlattık; Prof. Neşet Ömer İrdelp, bana:

-"Senin sesine çok alışıktır, hitap et bakalım!" dedi. Başucuna biraz daha yaklaşıp seslendim:

-"Atatürk!"

Yine, tekrar ededurduğu sözleri kesti ve cevap verdi:

-"Efendim" Devam ettim:

-"Nasılsınız Efendim?" Hiç gecikmeden:

-"İyiyim!" dedi; artık belli olmuştu ki yavaş yavaş açılıyor, komadan sıyrılıyordu. Sevinç gözyaşları arasında odayı terk ettik. Doktorlar, Hastanın tam bir sükunet içinde bırakılmasını lüzumlu görüyorlardı. Buna rağmen o gün kendisi ile daha bazı kısa konuşmalar yapılmıştı.

O gün saat: 10.00'da neşredilen rapor:

Geceyi rahat geçirdiler. Umumi salah artmaktadır; nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 36,9'dur.

Saat: 20.00'de neşredilen rapor:

Bugünü çok iyi geçirdiler; umumi ahvaldeki iyilik devam etmektedir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9'dur.

Bundan sonra 24 saat zarfında yalnız bir rapor neşredilecektir.

Akşama doğru sakin ve derin bir uykuya dalmıştı. Bu rahat uyku sabaha kadar devam etti. Seher vakti hizmetinde bulunanlardan biri yatak odama koşarak, normal bir halde uyandığını haber verdi; zaten giyinik olarak şezlonga uzanmış, istirahat ediyordum; derhal kalkarak yanına gittim. İlk sözü şu oldu:

-"Gel bakalım, ne dersin; biz gittik, geldik! Bu doktorlar insana adeta can veriyorlar" dedi, arkasından:

-"Bana ne oldu?" diye sordu. Arkadaşlarla daha evvel mutabık kaldığımız gibi cevap verdim:

-"Biraz fazla ve derince uyudunuz efendim!" "Ya bu karyola niye değiştirilmiş?"

Filhakika asıl karyolası değiştirilmişti; çünkü iki kişilik ve çok genişti. Etrafında doktorlann çalışması güç oluyordu. Ayrıca temizlik için şiltelerin vakit vakit değiştirilmesi icap ediyor, pek ağır şeyler olduğu için bunda da zorluk çekiliyordu. Bu sebeplerle yani her iki harekette kolaylık sağlamak maksadiyle, kendisini daha dar ve şilteleri hafif bir karyolaya nakletmiştik.

Uyanır uyanmaz, işte bunun farkına varmış, benden sebebini soruyordu.

Epeyce sıkılarak, hatta biraz da saçmalayarak kekeledim:

-"Temizlik yapmak lazımdı, aynı zamanda bir değişiklik olur diye de düşündük." Eşsiz zekası; nezaketi, hoşgörürlügü, metaneti, şefkati, kısaca bütün müstesna hasletleriyle beraber tamamen yerine gelmişti ve hiç şüphesiz olup biteni tahmin etmişti; beni sıkıntıdan kurtarmak için:

-"Ne ise! Gerisini sormayacağım" dedi ve muhavereyi kapattı. Arzusu üzerine bu dar karyola kaldırıldı; yerine Yalova kaplıcasındaki yatak odasından bütün takımiyle beraber getirtilen geniş karyola konuldu. Fani hayata bunun üzerinde gözlerini kapamıştır ve bugün yatak odasında; şilte, yorgan, yastık ve örtüsü ile beraber olduğu gibi muhafaza edilmektedir.

22 Ekim 1938 günü neşredilen rapor:

Bir hafta evvel zuhur eden arazlar tamamiyle geçmiştir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 19, hararet derecesi 36.8'dir. Hastalık normal seyrine avdet etmiştir; günlük tebliğ neşrine lüzum kalmamıştır.

Atatürk daha evvel de işaret ettiğimiz gibi çoktan beri Ankara'ya gitmek niyetini besliyordu. Elim akıbetini sezmiş olmakla beraber Ankara 'ya dönerek vasiyetnamesini yazdırırken söylediği işleri tamamlamak ve bilhassa Cumhuriyetin 15'inci yıldönümü münasebetiyle yapılacak geçit resminde bulunarak bir kere daha halka ve orduya doğrudan doğruya hitap etmek için vakit kazanabileceğini ümit ediyordu.

Bu düşünce ile ölçüleri epeyce değişmiş bulunan vücuduna uygun yeni elbiseler ısmarlamıştı; bir taraftan da Ankara'da geçit resimlerinin yapıldığı Hipodrom'daki şeref tribününe asansör konulmakta idi.

Fakat acaba istediği vakti kazanabilecek miydi? İlk komadan çıktığının ertesi günü muhterem Dr. Nihat Reşat Belger, bana: "Ancak daha 20 gün kadar yaşayabilir" dediğine göre bu, biraz şüpheli görünüyordu. Sonra acaba böyle bir yolculuk ve faaliyet hastalığı üzerinde ne gibi tesirler yapardı; zayıf vücudu bunlara dayanabilir miydi?

Tabiidir ki, bu suallere yine ancak doktorlar cevap verebilirdi.

Binaenaleyh biz de onlara başvurduk; bu husustaki kati mütalaalarını açıkça bildirmelerini rica ettik. Derhal aralarında bir toplantı yaptılar; epeyce uzun süren müzakerelerde bulunduktan sonra beni yanlarına çağırdılar.

Heyet adına rahmetli Prof. Akil Muhtar Özden konuştu:

-"Açık söyleyeceğim: Aziz Hastamız çok zayıf ve ümitsiz bir haldedir. Ömrü artık günlerle sayılacak kadar azalmıştır. Yolda ne kadar itina edilirse edilsin, vukuu pek muhtemel ani bir kalp durması ile bu müddetten birkaç gün daha eksilebilir. Bu duruma göre kati kararın ailesi tarafından verilmesi lazımdır" dedi. Halbuki Atatürk'ün aileden sayılacak yalnız bir hemşiresi vardı; o da fevkalade üzgün ve şaşkın bir haldeydi. Esasen o kıymettar varlığı, hangi şartlar içinde olursa olsun, bile bile ölüm tehlikesine maruz bırakmaya kim rıza gösterebilir, buna kim ve nasıl cesaret edebilirdi?

Elim bir imkansızlık karşısında bulunuyorduk; zaten mevcut olan derin ızdırabımız tahammül edilemez bir hadde yükselmişti, kıvranıp duruyorduk.

Bereket versin ki tereddütle geçen birkaç gün zarfında hastalığın nasıl seyrettiğini gören kendisi de vaziyeti kavramış, kararından vazgeçmişti.

Verilen karar üzerine Cumhuriyet Bayramı günü Büyük Millet Meclisi'nde yapılmış olan merasimde, tebrikleri Cumhurbaşkanı adına Büyük Millet Meclisi Reisi rahmetli Mustafa Abdülhalik Renda kabul etti.

Atatürk'ün içinden yetiştiği kahraman Türk ordusuna gönderdiği aşağıda yazılı son mesaj da -ki bunu Genelkurmay Başkanı rahmetli Fevzi Çakmak ile beraber hazırlamışlardı- aynı gün Hipodrom'da yapılan geçit resminden evvel Başvekil Celal Bayar tarafından çok heyecanlı tezahürler arasında okundu: "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan Kahraman Türk Ordusu;

Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyetin bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

Bugün, Cumhuriyetin 15'inci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden Büyük Türk Milletinin huzurunda Kahraman Ordu; sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken, Büyük Ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

Türk Vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük Ulusumuzun, orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragati nefis ve istihkarı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim.

Bu kanaatle Kara, Deniz, Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün Ulus muvacehesinde beyan ederim.

Cumhuriyet Bayramının 15. yıldönümü hakkınızda kutlu olsun."

1 Kasım 1938 günü Büyük Millet Meclisi'nde açış nutkunu, Anayasanın 36'ncı maddesindeki hükme uygun olarak yine Başvekil okumuştu.

Bilindiği gibi bu açış nutukları, Hükümetin bir yıllık faaliyet programları mahiyetindedir ve esasları Hükümet tarafından tespit edilir.

Atatürk, her yıl Vekaletler tarafından hazırlanan esasları ve malumatı alır, inceler, icap ederse Başvekil ve ilgili Vekillerle fikir teatisinde bulunur, sonra bunları kendi mütalaa ve tavsiyelerini de ilave etmek suretiyle bir araya getirerek nutku bizzat hazırlardı. Nutukta bilhassa bir yıl evvel yapılacağı ifade edilen işlerin ne dereceye kadar tahakkuk ettirildiğini açıklamaya çok ehemmiyet verirdi.

Bu yıl çok arzu etmesine ve hükümetten daha Eylül başında nutka mevzu olacak malumatı istemiş olmasına rağmen maalesef o çalışmasını yapamadı. Yalnız Başvekil ile görüşerek esaslar üzerinde mutabık kaldı. Nutuk, Hükümet tarafından hazırlandı ve bir gün hazırlanan bu nutku, kendisine Başvekil Celal Bayar okudu; dikkatle dinleyip bazı cümlelerini tekrar ettirdikten sonra tasvip etti ve sonuna:

"Büyük Kamutay; şimdiye kadar olduğu gibi, bütün işlerinizde başarılar dilerim," cümlesini ilave ettirdi.

Cumhuriyet Bayramı gün ve gecesini çok düşünceli ve heyecanlı geçirdi; bilhassa merasim dönüşü Sarayın önünden vapurla geçen Kuleli Askerı Lisesi talebelerinin bando refakatinde İstiklal Marşı okumak suretiyle yaptıkları pek hararetli tezahürat, heyecanını en yüksek haddine çıkarmıştı.

Gece Kız Kulesi'nden atılan havai fişekler de hassasiyetini arttırmakta, kendisini pek muzdarip etmekteydi; telefonla ilgililerden rica etmek suretiyle bunu durdurmuştuk.

Aziz Hastamızın artık iştihası büsbütün kesilmiş, zaafı çok artmıştı. Karnındaki mayi süratle çoğalıyor, göğsünü ve kalbini tazyik ediyor, nefes almasını güçleştiriyordu, dayanılmaz bir ıstırap içindeydi.

Açıkça görülüyordu ki hastalık son sathasına girmiş ve herhalde ikinci defa su almak zarureti belirmişti; kendisi de ;bunu ısrarla talep etmekte idi.

Yalnız doktorlar, ölümü tesri edeceğini bildikleri için bu ameliyeyi mümkün olduğu kadar geciktirmek istiyorlardı; fakat buna imkan bulamadılar. Atatürk 7 Kasım 1938 Salı sabahı kendilerine: "Daha fazla dayanamayacağını, suyun derhal alınmasını" kati bir lisanla ifade etti. Doktorlar hiç değilse 24 saat daha kazanmak için son bir teşebbüste bulundular; ilk ponksiyonu yapan Prof. Operatör Mim Kemal Öke'nin Sarayda olmadığını, o saatte Gülhane'de talebesine ders vermekle meşgul bulunduğunu söylediler ve ameliyenin ertesi güne tehir edilmesini rica ettiler; dinlemedi:

-"İşte Dr. Mehmet Kamil Bey var; zaten bu işi en iyi beceren de o imiş. O yapsın!" emrini verdi. Çaresiz kalan doktorlar, hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra, kaşlarını çattı; hiddetli bir sesle:

-"Niçin tereddüt ediyorlar, olacak olur;" fakat karnını işaret ederek "bu 'insuportable'dır" dedi.

Hazırlık bitince rahmetli Dr. Mehmet Kamil Berk suyu çekmeye başladı (saat 12.20) Atatürk bütün suyun alınmasını emrediyor ve her an kaç litre alındığını öğrenmek istiyordu.

Sayın Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, bu sahneyi şöyle hikaye ediyor:

-"Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu; bizlere kaç litre var? Sayın" diyordu. Sayan bendim ve her yarım litreyi bir sayarak on iki litre yerine hakikatte altı litre su çekmiş bulunuyorduk. Fakat bu tedbire rağmen niha'i koma 7- 8 saat sonra baş gösterdi.

Ponksiyondan sonra, ateşi biraz yükselmiş olmakla beraber, epeyce rahatlamış, akşam saat 20.00'den, gece yansına kadar sakin uyumuştu. Gece yarısı uyanmış, saat 2.00'den sonra kendisinde hafif bir unutkanlık hali başlamıştı ve bu hal dört saat kadar devam etmişti.

8 Kasım 1938 günü çok yorgun olmakla beraber sakindi Doktorlar sıra ile yanına geliyor, icap eden tedaviyi yapıyorlardı.

O gün gıda olarak saat 6.00'da altı kaşık sütlü kahve, 8.30'da beş kaşık sütlü çay, 11.00'de bir miktar yulaf unundan puriç, 13.00'de altı kaşık süt, 15.00'i 10 geçe biraz çorba ve 17.15' de dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.00' den sonra yanından aynlıp, günlük işlerimle meşgulolmak üzere büroma inmiştim; çok geçmeden fenalaştığını telefonla bildirdiler. (Saat 18.35) Telaşla husus'i daireye koştum; yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Ali Kılıç duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk'ü şu vaziyette gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlanna dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek: "Allah kahretsin" diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mayi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.

Nöbetçi doktor Abrevaya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:

-"Saat kaç?" Cevap verdim: "7.00 Efendim."

Aynı suali bir, iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükunet bulunca yatağa yatırdık; başucuna sokuldum:

-"Biraz rahat ettiniz değil mi efendim?" diye sordum.

-"Evet!" dedi.

Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:

-"Dilinizi çıkarır mısınız efendim?"

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı; Dr. İrdelp tekrar seslendi:

-"Lütfen biraz daha uzatınız!"

Nafile! Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve "Aleykümesselam" dedi; son sözü bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi.

Bu seferki koma devresi sakin geçiyor; Dev Adam, yatağında adeta uyur gibi yatıyor; gerçi ara sıra küçük ihtilaçlarla hafifçe sıçrar gibi oluyorsa da bu asabi haller her defasında ancak birkaç saniye sürüyor ve tekrar sükuna kavuşuyordu.

Saatler ilerledikçe hançeresinde yavaş yavaş kesik hırıltılar başlamıştı.

Doktorlar bir an bile Saraydan ayrılmıyorlar ve her zaman olduğu gibi canla, başla vazifelerini yapıyor, ilmin emrettiği bütün tedbirleri alıyorlar; ara sıra "Ouabain", "Huile Camphre" gibi enjeksiyonlarla beraber "Glycose" seromu yapıyorlar. Ne çare ki bunlann hiçbirisi müessir olamamakta, Büyük Kurtarıcı anbe an ölüme yaklaşmaktadır.

Koma devresinde yayınlanan raporlar:

8 Kasım 1938 Salı saat: 23.00

Bugün saat 18.30'da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir; hararet derecesi 36.4, nabız muntazam 100, teneffüs 22'dir.

9 Kasım 1938 saat: 10.00

Geceyi rahatsız geçirdiler; umumi hallerindeki vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. Hararet derecesi 36.8, nabız muntazam 128, teneffüs 28'dir.

9 Kasım 1938 saat: 20.00

Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumi ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir. Nabız muntazam dakikada 124, teneffüs 40, hararet derecesi 37.6'dır.

9 Kasım 1938 saat: 24.00

Saat 20.00'den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vehamete doğru seyretmektedir. Hararet derecesi 37.6, nabız 132, teneffüs 33'tür.

1938 yılı Kasım ayının 10'uncu günü saat 9.00. Türk Vatanının Kurtancısı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu, Eşsiz İnkılapçı ve beşerin Müstesna Evladı Büyük insanın fena aleminde ancak 5 dakikası kalmıştır; gözleri kapalıdır; göğsü mütemadiyen inip, çıkmaktadır.

Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükut hüküm sürüyor.

Sağ tarafta başucunda Operatör Mim Kemal duruyor; Dr. Kamil Berk başını onun omuzuna dayamış, hıçkırıyor...

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: "Aman Yarabbi" diye mırıldanıyor.

Ben yatağın sol tarafında ayakta duruyorum; yanımda Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe var. Her tarafım uyuşmuş, bütün duygularım donmuş bir halde, o güzel, onurlu çehreye dalmış, bakıyorum. Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kamil ve Prof. Akil Muhtar'ın hıçkırıkları çarpıyor.

Saat tam 9'u 5 geçiyor. Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde hala bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır.

Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor. Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahı bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır.

Birkaç saniye sonra o Azametli Varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu.

Ben de artık hıçkırıklanmı zaptedemedim; yatağı dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm.

Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kamil de çenesini bağlıyordu.

Yerimden kalktım, yapılacak vazifelerim vardı; gözyaşlarımı sildim ve odadan çıktım.

O gün öğleye doğru gazetelerin çıkardığı fevkalade nüshalarda müdavi ve müşavir tabiplerin, Büyük Kaybımızı bildiren son raporuyla, hükümetin bu husustaki resmi tebliği neşrediliyordu.

Ulu Önder Atatürk'ün doktorları tarafından yazılan son rapor.

Resmi Tebliğ:

"Müdavi ve müşavir tabiplerinin neşredilen son raporu Atatürk'ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.

Bu acı hadise ile Türk vatanı; büyük yapıcısını, Türk milleti ulu şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize, içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı en derin taziyetlerimizi sunarız.

Kederlerimizin tesellisini ancak ve ancak O'nun büyük eserine bağlılıkta ve aziz vatanımızın hizmetinde ararız. Şurasını da her şeyden evvel beyan etmeliyiz ki ölmez olan O'nun büyük eseri: Cumhuriyet Türkiye'sidir.

Hükümetimiz, içinde bulunduğumuz bu mühim anda bugüne kadar olduğu gibi dikkatle vazife başındadır. Müesses olan nizamı ve vaziyeti idame hususunu, büyük Türk milletinin Hükümetiyle tek vücut olarak teyit ve temin edeceğine şüphe yoktur.

Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 33'üncü maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi Reisi Abdülhalik Renda, Reisicumhur Vekaleti vazifesini deruhte etmiş ve ifaya başlamıştır.

Gene Keşkilatı Esasiye Kanunu'nun 34'üncü maddesi mucibince Büyük Millet Meclisi derhal yeni Reisicumhur intihap edecektir.

Türkiye'nin en büyük makamına Teşkilatı Esasiye Kanunu'na göre geçecek zatın etrafında hükümetiyle, şanlı ordusu ile ve bütün kuvvetiyle Türk milleti, sarsılmaz bir varlık olarak toplanacak ve yükselmesine devam edecektir.

Bugün ayrılığına ağladığımız büyük şefimiz Atatürk, her vakit Türk milletine güvendi; eserlerini bu güvenle yaptı, idamesi esbabını da istikmal ederek güvenle büyük milletimize bıraktı. Ebedi Türk Milleti, O'nun eserlerini ebediyetle yaşatacaktır. Türk gençliği O'nun kıymetli vediası olan Türkiye Cumhuriyeti'ni daima koruyacak ve O'nun izinde yürüyecektir.

Kemal Atatürk, Türk'ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır."

Kaynak: Atatürk'ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, ISBN: 975-08-0882-7. Sayfa:722-731

II

Atatürk'ün Hastalığı, Son Günleri ve Ölümü Hakkında Prof. Dr. Nihat Reşat Belger'in Notları

Atatürk’ün hastalığı, son günleri ve ölümü hakkında bugüne kadar birçok açıklama yapılmıştır. Gerek O’nu tedavi eden doktorlar, gerekse yakınları ve yanında çalışanlar tarafından günümüze iletilen bu bilgiler, tarihe ışık tutuşu yanında, O’nu daha iyi tanımamızı da sağlamaktadır. Atatürk’ü 1938 Ocak ayında Yalova’da muayene ederek hastalığına ilk teşhisi koyan, bilâhare O’nun müdavi doktorları** arasında yer alarak ölümüne kadar tedavisi ile uğraşan Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in notları ise bu bakımdan ayrı bir değer taşımaktadır.

Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’i 16 Şubat 1961 günü -kendisi Kurucu Meclis üyesi iken- Ankara’da, kalmakta olduğu Bulvar Palas’taki odasında ziyaret etmiş, Atatürk’ün hastalığına ve son günlerine ait bildiklerini dikkatle not etmiştim. Yine bu görüşme esnasında Prof. Dr. Belger’den Atatürk’ün son günlerine ait bazı hatıralarım kendi el yazılarıyla yazmalarını rica etmiştim. Birkaç gün sonra yazıp bana verdikleri bu notları 24 sene sonra yayımlarken kendisine karşı da vicdanî bir vazifeyi yerine getirmiş oluyorum.

Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in Atatürk’ün hastalığı, son günleri ve ölümü hakkında notları:

ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI

Millî kahraman ve şanlı kumandan Atatürk, uzun süren hastalığı esnasında milletçe hayranı olduğumuz yüksek vasıflarından hiçbir şey kaybetmemişti. Hastalığının sonuna kadar tıpkı sıhhatli zamanlarında olduğu gibi daima keskin ve nafiz bakışlı, berrak ve selîs ifadeli, çelik gibi kavî iradeli, müstesna bir fıtrat idi. Her gün fizik kuvvetinden biraz daha kaybettiği ve gittikçe zayıfladığı halde, bu cihanşümul şöhretli hastanın insan kütlelerini sevk ve idarede müstesna bir kabiliyete sahip yüce şahsiyeti hemen göze çarpıyordu. Sayısız yüksek meziyetlerine meftun olduğumuz Atatürk’ü hastalık, fikren ve manen hiçbir veçhile sarsmamış ve değiştirmemişti.

Hastalığının mahiyeti kendisine izah edilirken dahi ne yüzünde, ne sözünde hiçbir endişe, hiçbir üzüntü eseri sezilmiyor, söylenilenleri soğukkanlılık ve tam bir sükûn ile dinliyordu. Mütemadiyen yatakta yatmakla geçen uzun aylar zarfında bir defa bile hastalıktan şikâyeti işitilmedi, hiçbir sabırsızlığı görülmedi, metaneti asla gevşemedi. Hastalığının vahim ve mühlik mahiyeti bittabi kendisine açıkça anlatılmadı. Fakat müphem olduğu kadar ölçülü ifadelerle izah edilen durumun ciddiyetini Atatürk anlamıştı. Lâkin zannediyorum ki ölüm hiç aklından geçmemişti; zira sözlerinde ve suallerinde ölümü aklına getirmeyen ve ölmekten korkmayan bir insanın ruh haleti aşikâr idi. Bu, belki hayatını vatan ve milletinin şeref ve haysiyetini yükseltmeye vakfeden büyük bir askerin, ölümü istihkara alışık olmasıyla izah edilebilir. O halde Atatürk, niçin ölümünden iki ay evvel bir vasiyetname yapmaya karar vermişti. Buna sebep, karnında biriken mayiin bir iğne ile alınacağı kendisine anlatıldıktan sonra ponksiyon denilen bu tedavi yapılırken bilhassa bir barsak delinmesi gibi vahim bir komplikasyonun zuhur edebilmesini düşünmüş olması idi. Vasiyetname, işte bu düşüncenin ilham ettiği bir ihtiyat tedbiri olmuştur; hastalığın, ölümüne sebep olacağı kanaat ve endişesinin bir tesiri olmamıştır. Atatürk’ün bu kanaati hastalığının son günlerine kadar asla değişmeksizin devam etti.

Ölümünden iki ay kadar evvel geçirdiği ve bir günden fazla süren birinci komadan harikavî bir hayatiyet ve mukavemetle kurtulan Atatürk, bu son derece vahim komplikasyona dahi ehemmiyet vermiyerek vefatına sebep olan ikinci komadan yirmi gün kadar evvel şu dikkate şayan sözleri söylemişti: “Anlaşılıyor ki bundan sonra ben alîl bir adam gibi yaşayacağım. Artık hayatımı ona göre tanzim etmeliyim. İstanbul’un muhtelif semtlerinde ve meselâ birkaç ay Florya’da, bir süre Yalova’da, sonra da Alemdağı’nda kalmalıyım.”

Bu sözlerden sonra bana hitap ederek, “Yarın Alemdağı’na gidiniz. Oranın havası ve suyu çok meşhurdur. Orada iklim şartları bakımından ikametime elverişli münasip bir yer seçiniz. Sıhhatim için bir zamanlar da orada yaşarım.” demişti.

Bu emrin ertesi günü İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, Cumhurbaşkanlığı Genel Kâtibi Hasan Rıza Soyak, Başyaver Binbaşı Celâl ve diğer bazı zatlarla birlikte Alemdağı’na gittik. Taşdelen ve civarında dolaştık. Nihayet Sultan Aziz’in Alemdağı’nda yaptırdığı köşkü gördük ve pek münasip bulduk. Akşam saraya avdette Atatürk beni çağırttı. Malûmat istedi. Gördüklerimizi ve düşündüklerimi söyledim. Köşk’te ikameti tasvip etti. Ne yazık ki hastalık artık çok ilerlemiş, Atatürk’ün kuvvet ve dermanı tükenmiş ve Alemdağı’na gitmesine hiç imkân kalmamıştı. Yirmi gün sonra hayata veda eden Atatürk’ün, biraz evvel naklettiğim hazin sözleri, onun ölümü aklına bile getirmediğinin en kuvvetli bir delili değil midir?

Hastalığının en son safhalarında bile iyileşmemekten hiç fütur getirmeyen Atatürk, devletin en mühim işleri ve dünya siyaseti ile ilgilenmekte devam ediyordu. Hükümet Başkanını, Hariciye Vekilini ve diğer bazı devlet ricalini kabul ediyor, onlardan malûmat istiyordu. Onlara düşündüklerini söylüyor ve direktifler veriyordu. Bu mülakatları takip eden günlerin birinde milletlerarası durumun pek gergin olduğundan bahis açan Atatürk, çok zaman geçmeden Avrupa’da korkunç bir fırtına kopacağını, o müthiş kasırganın dünyanın her tarafına yayılacağını, insanlığın umumî bir harp musibetinin bütün fecayii ile bir kere daha karşılaşacağını beyan ettikten sonra, “Bizim için bu kanlı badirede tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir maniaya çarptırmadan sevk ve idare ederek harp dışında ve sulh içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayatî ehemmiyeti haizdir” demişti.

Sıhhatli zamanlarında olduğu gibi hastalığı esnasında dahi uzağı gören, iyi düşünen, en uygun kararları alan bu büyük asker ve devlet adamı, akıbet hastalığa mağlup oldu ve muazzam bir şan ve şeref halesi içinde edebiyete intikal ederek kendisini ihtiraslı ve sonsuz bir hayranlıkla seven, tekrîm eden milletini ebedî bir mateme gark etti.

Hemen her milletin askerî kıtalarla cenaze merasimine katılmaları, milletler topluluğunda, en şuurlu insaniyet âleminde dahi bu büyük kaybımızın ne kadar umumî ve derin bir teessür uyandırdığının açık ve bariz belirtileri olmuştur.

** Atatürk’ün hastalığı esnasında, kendisini tedavi ile görevlendirilen hekim kadrosu müdavi ve müşavir hekimlerden oluşuyordu. Müdavi hekimler: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger. Müşavir doktorlar: Prof. Dr. Âkil Muhtar Özden, Prof. Dr. Hayrullah Diker, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter, Dr. Abravaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kâmil Berk.

Prof. Dr. Utkan Kocatürk*

* Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Eski Başkan Vekili ve Atatürk Araştırma Merkezi Eski Başkanı

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985 

 

III

Ölüm Odasında

                                                                                                   3 Mart 1939

1938 Ekim'inin 17'si Pazartesi günü. Ebedi Şefin hastalığı hakkında ilk resmi bildirinin çıktığı uğursuz gün. Gece evime giderken, Taksim Meydanındaki bir tütüncü dükkânının önünde duran otomobilin içinde, Nihat Reşat'ı gördüm. Şefin hastalığına ilk tanıyı koyan doktor Nihat... (Dr. Nihat Reşat Belger, o dönemde Yalova Kaplıcalarının yöneticiliğini de yapıyordu.) Soruyorum: "Hiç ümit yok mu?" Yalnızca gözlerini göğe kaldırıyor. "Tek ümit Allah'tan" mı demek istiyor?

Yatmışım. Bulunduğum apartman dairesi Dolmabahçe ve Boğaziçi'ne bakar. Çalıştığım odadan, Saray direğindeki Cumhurbaşkanlığı bayrağını görürüm hep. Birdenbire bütün vapurlar düdük öttürüyor. Kulaklarım patlayacak. Bayrak yarıya indirilmiş. Yataktan zemberek gibi fırlamışım. Ortalık zifiri karanlık... İnsanı gerçeğin kendisinden daha fazla sarsan bu rüya acaba feci gerçeğin uyarısı mı? Uykuya olanak yok. Sabahı bekleyeceğim. Her şeyi söyleyecek olan şu bayrak direğidir. Ağaran gün altında süt mavisi rengiyle ışıldayan Boğaz'a karşı o direk, belirsiz bir tanıklık gibi duruyor.

Saatler geçti. Kurşun ağırlığında saatler, işte bayrak, kalbim çarpıyor, Allahım bayrak yarıda kalmasın. Ooh, tam çekildi. Kalesinin düşmediğini bayrağından gören bir asker gibi seviniyorum.

Kasım'ın 10. sabahı, Perşembe... Masamda yorulunca Boğaz'a bakarım. Deniz düşünceyi dinlendirir. O gün denizden ve manzaradan çok bayrağa takılıyım. İki gündür raporlar yine fena. Bu krizi de atlatacak mı? Fakat ne o? Bir kıpırdanma, bir iniş; ah lanetli gerçek, bayrak yarıya indi. Yıllardır O oraya geldikçe, yakut bir müjde halinde parlayan bayrak. Şimdi neye benziyor? Al bir kefene mi, akan kana mı? O artık bir bayrak değil; sönen bir alev, devrilen bir şafak mı? Ne çıkar, ne söylersen söyle, her şeyi şu yarıya inen bayrak söyledikten sonra.

Ayın 15'i Salı gecesi. Valinin aracılığıyla Saray'a gidiyorum. Ertesi sabahtan itibaren, Ebedi Şefin tabutu İstanbul halkının saygısına arz olunacak. Büyük Muayede Salonu'nun bütün avizeleri yanmış. Yüzlerce işçi hararetli hararetli, birçok çalışmayı birlikte yapıyor. Marangozlar, yontulan tahtalar, vurulan çekiçler; şurada perdeler dikiliyor, ötede dikiş makineleri işliyor, beride kordonlar çekilmekte... Emir verenler, peki diyenler. Bütün hazırlıklar sabaha kadar bitecek. Yaldızlı, yıldızlı, şatafatlı salon, seni daha süslüyoruz. Son defa O gelecek.

Olduğu gibi gözümün önünde: Daha beş altı yıl önce, ilk Dil Kurultayı'nda, ağzına kadar dolu salonun şu batı cephesindeki teras benzeri yerdeydi. O, her zamankinden daha dinç ve daha kibardı; yanında da Amerikan Genelkurmay Başkanı vardı. Salonun tavanlarındaki yankılanmalar yüzünden konuşmacıların mikrofon önündeki sözleri anlaşılmaz uğultular haline geldiği için, biz de kulaklarımızın görevini bırakarak gözlerimizi hep ona dikmiş, O'nu o gün, uzun uzun, altın bir levha gibi seyretmiştik. Altın levha, canlı levha, can levha... Onu şimdi yukarıda bir tabuta kapanmış göreceğim.

Önce yaver Cevdet'in nazikâne rehberliğiyle gidiyoruz. Labirentli dehlizleri geçip geniş bir merdiveni dolaşarak ferah bir salona çıktık. Saray'ın, Muayede Salonu'ndan sonra, en özenilmiş yeri. Sağda pembemsi oda; Şefin kütüphane olarak çalıştığı yer.

Dört pencereli, orta halli bu odada, eski Hereke kumaşlarıyla döşeli kanepe ve koltukların yer yer antikalaşmış yırtıkları görünmekte. Denize bakan köşede, yüksek, önü oynar sedyeli, ayak uzatacak yerleri olan garip bir koltuk duruyor. Rahatsızlığı döneminde özel olarak yaptırılmış. Yatağa düşmeden önce, oturmakla yatmak arasında uzandığı bir koltuk...

Mavimtırak oda, ölüm odası; ortada doğu cephesindeki duvara yakın yerde, küçük, eni dar, boyu kısa, cevizden yapılma, beyaz patiskalı, tek yastıklı bir karyola. Bunu kendi isteğiyle Yalova'dan getirtmişler. Orta halli bir kimsenin bile önemsemeyeceği yatak. Adı dünyaya sığmayan adam bu yatakçıkta öldü, öyle mi?

Ulu Önder Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayında bulunan yatak odası.

Kuzey tarafındaki duvarda ağaçlıklı bir dağ gösteren bir tablo var. Moskova büyükelçimiz göndermiş. Şef, yataktan bu tabloya bakar, "Şöyle bir yerde bir köy evi yaptıracağım" dermiş.

Son emelin bu muydu Atatürk, ağaçlı bir dağda bir köy evi yapamadan gittin öyle mi? Tabloya bir daha bakıyorum, niye bu kadar dokunaklı bu resim, gözlerim dolu dolu...

Bu odanın ötesinde büyük oda, tabut orada... Önümü ilikliyorum, ilk defa haber vermeden ve izin almadan huzuruna giriyoruz. Adam boyundan fazla bir kaide üstünde, kırmızı ve beyaz güllerle çevrili tabutun dört köşesinde, büyük üniformalarıyla, kılıçlarını çekmiş dört subay, saygıdan heykel-leşmiş gibi duruyorlar. Çekileceğimiz sırada nöbet değişti. Keskin bir kumanda, çevik bir çark, kılıçların şimşeklenme hareketi. Belli, burada bir tabut değil, bir Şef duruyor.

İkinci kez Yaver Naşit'le çıkıyoruz. Elbette ondan da bir şeyler öğrenirim, diyorum. Tekrar kütüphane odasındayız.

"Acaba son okuduğu kitaplar nelerdi?" Yaver arkadaşım, "Onu Nuri bilir" diyor, "onun kitaplık görevlisi gibiydi." Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün hizmetinde bulunan görevlilerden birisiydi Nuri. Arkadaşım salondan geçen bir gence seslendi. Siyah elbiseli, siyah kravatlı Nuri açıklamalarda bulunuyor: Buraya, elinin altında bulunması gerekli kitapları asıl kütüphaneden alıp getirirdim. Onlar, şurada bir dolap vardı, orada dururdu. Şurada da bir masa vardı, orada okurdu. En son okuduğu kitaplar hep Türk tarihine ve Türk diline aitti.

O ki, yeryüzünün en şerefli kılıcını taşıdı, o kılıcı hep hakkı ve vatanı savunmak uğrunda kullandığı için. Fakat O'nun eli kılıcın kabzasından çok kitabın cildini tuttu. Kendisi ilkten askerken hep sivil giyinirdi. Oysa başka şeflere bakınız, sivilden geldikleri halde hep üniformalıdırlar. Ah Atatürk, sen ne başkaydın, ne başkaydın.

Yine ölüm odasında, karyolanın başındayız. Yaver, yeniden gözleri dolarak, anlatıyor: Bir ay önce, tam üç gün süren o büyük baygınlıktan bir mucize gibi uyandığı zaman, takvime bakmış, günü sormuş, hesap yapmış, hem zekâsı, hem neşesi yerinde; "Demek biz öteki dünyaya gidip gelmişiz" demiş.

Ölüm anları: Rafta, pide yuvarlaklığında, siyah yelkovanlı, beyaz kadranlı bir duvar saati var. Yatağından ona bakıyor. Artık gözlerinde fer yok mu? "Saat kaç?" Ebedi Şefin son sözleri... Son hareket: Göz kapaklarını kaldırmış, boşluğa bakmış, kapaklar kendiliğinden iniyor. Bitti. Son söz, son bakış... Ölüm ondan ne götürdü, ne bıraktı? Çehresi fırçalarda, gövdesi heykellerde, sözleri sayfalarda, anısı millette ve eseri vatan halindeki vatanda... Giden pek yok gibi.

Fakat sesi, o mat, büyülü ve insanı ruhu içinden, büyülü bir kanat gibi yukarı kaldıran sesi ve bakışı. Selanik'teki evinden Dolmabahçe Sarayı'ndaki şu küçük karyolalı odaya kadar, ancak elli şu kadar yıl, eşsiz bir zebercet maviliğiyle ışıldayan bakışı... Ondan giden yalnızca bu ikisidir.

Padişah’tan aldığı geniş yetkilerle Samsun’a gitmek üzere yakın arkadaşlarıyla bindiği Bandırma vapurunun güvertesinden Dolmabahçe’ye doğru bakarken, acaba 19 sene sonra o sarayın bir odasında öleceğini bilebilir miydi? Yaver Naşit, "Ah," diyor, "Atatürk'ün kalbi meğer ne kadar dinç ve ne kadar kuvvetliymiş. Kalp öyle çalışıyor, öyle uğraşıyor, göğsü öyle kabartıp kaldırıyor ki... Fakat ciğer..."

O içeride geriliği, cephede düşmanı yendi; ezellik saltanatı, asırlık hilafeti, yüzyıllık fesi, bin yıllık harfi, Hatay'da sömürgeciliği, Çanakkale'de dünyayı yenenleri... O, dışı içi, her şeyi her şeyi yendi ve... Yalnız çürük bir ciğere yenildi.

Ayrılırken, tekrar huzuruna giriyorum. Onun hayatı bıraktığı bu yerde elbet ruhu henüz bu yeri bırakmamıştır. Bütün hava o ruhla dolu. O ruhun havası içinde söylüyorum Atatürk: Kurtardığın bu vatan üstünde, sen hayattayken, büyük bir soru vardı: bulutlardan çizilmiş, belirsiz, akışkan, görünmez; bütün vatan göklerini kaplayacak heyulâ gibi bir soru: "O giderse Türkiye ne olur?"

Ne oldu? Ölümünün ertesi günü Meclis'iyle, milletiyle, 17 milyonun tümü, senin "en yakının" ve senden sonra "En Büyüğümüz" olanın (İsmet İnönü) çevresinde işte, tek bir granit blok gibi birleşiverdi.

O gün O, kürsüden eliyle göğsüne vurarak ve göğsündeki inancı bir şelale gibi ruhlarımıza akıtarak haykırdı: "Türk vatanının bölünmez, hiçbir saldırıya katlanmaz özelliği, her zamankinden daha fazla taze ve canlıdır."

Vatan üstündeki soru; temiz yüreklere titreyiş, dost milletlere endişe, sinsi düşmanlara ümit veren soru: Büyük adam, yıkılmayan bir eser bırakandır. Senin sonsuz büyüklüğün eserindeydi. Ölüm seni götürürken sen de eserinin üstündeki o soruyu götürdün. Artık bu vatanın "acaba"sı yok. Hem ruhunun, hem eserinin ebediliği önünde eğiliyoruz Atatürk'ümüz.

Kaynak: Atatürk’le Beraber, İsmail Habib Sevük, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genel yayın 1492, 2008. Sayfa: 110-114